Son N.Ç. davasında kamu vicdanının büyük bir yara alması, Türk hukuk sisteminin sorgulanması gerektiğini gözler önüne serilmiştir. Ancak olayı irdelediğimizde, tek suçlunun yargı olmadığını da özellikle belirtmek isterim. Çözüme yönelik bir mantıkla olaya yaklaştığımızda ve bu olayı sorguladığımızda;
- Neden bu olay oldu?
- Ne olsaydı bu olay olmazdı?
- Ne olmasaydı bu olay olmazdı?
Sorularının yanıtının, bizi çözüme götüreceği düşüncesiyle, bu olayın çözümlemesini yapmak ve fikirlerimi beyan etmek istedim. Buradan hareketle, yaşanılan bu olayın;
- Dini çözümlemesi
- Yasa yönünden çözümlemesi
- Sosyolojik çözümlemesi
- Psikolojik çözümlemesi
Yapılarak çözüme bir çıkış yolu bulunabileceğinin farkına vardım ve bunları sizlerle paylaşmak istedim.
Dini ve Ahlaki Çözümleme
Kurban Bayramını geride bıraktık.
Yaklaşık %97’si Müslüman olan ülkem insanları, bu bayramda “kurban”larını kesti ve dini vecibelerini yerine getirdi.
Önce sabah kalkıp bayram namazlarını kıldılar ve bu vecibelerini de yerine getirdiler.
Aynı, Ramazan ayında oruç tutarak dini vecibelerini yerine getirdikleri gibi…
Aynı, Kuran’ın Arapçasını okuyarak dini vecibelerini yerine getirdikleri gibi…
Peki diğer vecibeler neden yerine getirilmiyor?
İslam dininde namaz, oruç, Kuran okuma, kurban kesme dışında başka vecibe yok mu?
Başka bir deyişle, çoğu ibadet olan bu vecibelerden başka, bir Müslüman’ın yapması gereken başka hiçbir şey yok mu?
İslam dinini sadece ibadete indirgemek; ibadetten ibaret algılamak, şu anda yaşanılan en büyük sorunlardan biridir. (Bu konuda ne yazık ki algılama sorunu yaşayan, bir türlü bu cümleyi algılayamayanlar için ufak bir açıklama: Bu cümle, ibadeti inkar anlamına gelmiyor.)
İslam’ın temeli, “AHLAK”tır.
Müslüman olan, Müslüman olduğunu iddia eden birinin ilk yapması gereken, ahlaka önem vermek ve ahlaklı insan olmak, olmaya çalışmaktır. Bünyesinde ahlak, vicdan barındırmayan, “kul hakkı”nın önemini kavramayan bir Müslüman, ancak bir müsveddedir.
Buraya kadar yazılanları kanıtlamak için, ülke tablosuna bakmak yeterli olacaktır.
Bugün ülkemizde artık insanlar, birbirlerine güvenmemektedir. Birinden borç istemek, birine kefil olmak, gece sokakta dolaşabilmek, neredeyse mümkün değildir. Artık en yakınımıza bile güvenemiyoruz.
Hırsızlık, gasp, cinayet, tecavüz, sapıklık, küçük yaştakilere cinsel taciz, sahtekarlık, dolandırıcılık, rüşvet, torpil ve daha birçok suç, inanılmaz boyutlarda.
10 sene önce cezaevlerinde tutuklu ya da hükümlü sayısı 40.000 civarında iken bu sayı, 2010 itibariyle 120.000 sayısına ulaşmış durumdadır. Tabi bu sayılar, sadece yakalananlar için geçerli. (Haksız yere yatanları tenzih ediyoruz elbette.) Daha korkunç olanı, bu sayıların kat be katının, toplumun içinde olmasıdır.
Peki neden? Sizce de garip değil mi, toplumun neredeyse tamamına yakınının Müslüman olduğu bir ülkede, bütün bunların yaşanması sizce de garip değil mi?
Cemaatlerin bu kadar fazla olduğu, her yanı badem bıyıklıların ve sıkmabaşlıların kapladığı, dine (güya) önem verdiği düşünülen bir iktidarın yönettiği bir ülkede, bu kadar büyük suç oranlarının olması ve hatta sürekli artması sizce de garip değil mi?
Peki burada kimi suçlamalıyız? İslam dinini mi?
Eğer mantık kavramının yerine düz mantıkla olaya baksaydık; “biber acıdır, hayat da acıdır. O zaman biber hayattır.” mantığında olsaydık; belki bunu yapabilirdik.
Ancak hepimiz biliyoruz ki, bu sonuçta İslam dininin asla bir suçu yoktur. Peki o zaman suçlu kim?
İslam dini her zaman ve her şekilde iyiyi, doğruyu, güzeli öğütlerken; böyle bir sonuç ortaya çıkıyorsa, o zaman dini değil, uygulayanları sorgulamak gerekir.
Bunu sorguladığımızda görüyoruz ki, buradan herkese bir sorumluluk, bir suçluluk payı çıkıyor.
Cahil halk, cahilliğinden, dinini doğru bir şekilde öğrenmemesinden sorumludur.
Cahil halk en başta “İlim Çin’de de olsa gidip bulunuz.” Sözünü öğütleyen dininin bu gereğini yerine getirmeyerek cahil kaldığı için sorumludur.
Cahil halk, aynen İslam dininin dediği gibi “Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir, fendir.” Sözünü söyleyen Ata’sının yolundan ayrıldığı ve bu nedenle cahil kaldığı için sorumludur.
Ülkenin din adamları, dinin doğruluğunu, güzelliğini anlatmamasından sorumludur. Yanlışlara müdahale etmemesinden, konuşmamasından, özellikle yönetenlerin bu konudaki yanlışlarına müdahale etmemesinden sorumludur.
Devlet, milletine dinini doğru dürüst öğretmemesinden sorumludur.
Devlet, dini öğretmek adına Diyanet İşleri’ni kullanmak yerine, bu işi cemaatlere devretmesinden sorumludur.
Devlet, "Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır." Sözünü söyleyen Ata’sının yolundan ayrıldığı ve ülkeyi cemaat yuvası olmaktan kurtaramadığı için sorumludur.
Böyle bir durumda da “laiklik”in ne kadar önemli olduğunu kavramalıyız ki devlet; laikliğe sıkı sıkıya sarılamadığı ve ondan uzaklaştığı için sorumludur.
Cumhuriyet öncesinde dinin yozlaşması ve dinin siyasete ve çıkarlara alet edilmesi durumu gören Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK, bu yozlaşmayı önlemek ve dinin gerçeklerin ve güzelliklerin, Millet tarafından öğrenilmesini sağlamak için, öncelikle bu yozlaşan kurumları kapatmış ve ayrıca Kuran’ı Türkçe’ye çevirtmiştir. En temel ilkelerden biri olan “laiklik” ilkesiyle de, dinin siyasete alet edilmesini önlemek istemiştir.
İşte bu durumda, Cumhuriyet tarihi boyunca devleti yönetenler Ata’sını anlamadığı için, O’nun yolundan ayrıldığı için en büyük sorumludur.
Hal böyle olunca, dini anlatmak görevi sansarlara, bağnazlara, çıkarcılara kalmıştır. Bağnazın öğrettiği de ancak bu kadar olur elbette. Eğer bugün din adına para toplayıp milleti dolandıranlar varsa, bunun tek nedeni de budur.
Kendi çıkarları için dini kullanan, Kuran’da geçen ismiyle “Allah ile aldatanlar”a yol açılmıştır ve bunlar temizlenmedikçe ne toplum düzelir; ne de İslam dini korunur.
Gerçekten inanan, Allah rızası için inananların tek görevi, bu yozlaşmayı durdurmaya çalışmak ve bu tür cemaatlerle sonuna kadar savaşmak ve onları ortadan kaldırmaktır.
Ülkemizde büyük bir ahlaki çöküntü varken ve İslam dinine rağmen bunlar yaşanırken, artık gerçekten inananların tem amacı, yaşam gayesi olması gereken bir durumdur bu. Ahlakı bu ülkede gerçekleştirmek de ancak bu şekilde olur.
Son yaşanılan N.Ç. olayına insanların neden şaşırdıklarını ve bu kadar tepki gösterdiklerini anlayamıyorum. Elbette tepki gösterilecektir. Ancak tepkiler, sanki ülkede ilk kez oluyormuş gibi olunca, buna şaşırmamak elde değil.
Bu yazının devamında, “yasa yönünden çözümleme” başlığı adı altında belirtilecektir ancak, şu istatistiğe dikkat etmek gerekir: Ülkemizde her 3 kız çocuğundan biri ve her 10 erkek çocuğundan biri, cinsel tacize uğramaktadır. Ne acıdır ki bu istatistik, sadece adli vakaların bize söylediğidir. Çeşitli nedenlerden dolayı ispatı ve ortaya çıkması çok zor olan bu durumu ayrıntılı düşündüğümüzde ve adli vakalara yansımayanları düşündüğümüzde, ülkede cinsel tacize uğramayan çocuk sayısı gerçekten çok azdır ve olayın bu korkunç boyutunu özellikle görmek gerekir diye düşünüyorum.
Unutmamak gerekir ki, N.Ç. olayı, ülkemizin bu acı gerçeğinin sadece son yaşanılan olayıdır. Ve yine özellikle farkında olmalıyız ki, koca ülkede bu pisliği yapanlar; sadece o 26 kişi değildir. Çocuklara cinsel tacizle ilgili istatistikler bize, bunları yapanların milyonlarca olduğunu göstermektedir. Ahlaklı birinin asla bu tür olaylara karışmayacağını düşünürsek; olayı dini, ahlaki yönden irdeleyip, bu konuda sorumlu olanların görevlerini şiddetle yerine getirmeleri gerektiğinin önemi de bir kez daha ortaya çıkmaktadır.
Yazının konusu, cinsel istismar sorunuyla ilgili olduğu için, cemaatlerin genel olarak yanlışlarını, para tuzaklarını vs. konuşmaya gerek yok sanırım. Burada temel mesele, cemaatlerin cinselliğe bakış açısıdır ve konuyu bu yönden ele almak gerekir.
Buraya geçmeden önce, cemaatlerin varlığının uzun süreden beri var olduğunun da altını çizmek gerekir. Evet cemaatler, özellikle son 10 yılda etkinliğini inanılmaz boyutlarda artırmıştır. Belki konuya vakıf olmayanlar, bu konuda bir eleştiri getirebilir ve bu 10 yıldan önce de bu olayların olduğunu, haliyle bu düşüncenin yanlış olduğunu ileri sürebilirler.
Ancak unutulmamalıdır ki, cemaatler ülkemizde sadece son 10 yılda türememiştir. Türkiye’de cemaatler her zaman vardı. Özellikle 1950’li yıllarda “İlim Yayma Cemiyeti” adı altında çok küçük bir oluşumla başlayan bu süreç, yavaş yavaş etkinliğini artırmış ve 1980 darbesinden sonra etkisini fazlasıyla artırmış; siyasette rol almış; son 10 yılda ise etkinliğini inanılmaz boyutlara taşımıştır. Özellikle darbe döneminden sonra, hemen hemen bütün siyasetçilerin cemaat bağlantısı olduğunu söylemek mümkündür.
Yine burada “bütün cemaatler öyle değildir.” şeklinde bir eleştiri geleceği noktasından hareketle belirtmek isterim. Ben ülkemizdeki cemaatler hakkında bir araştırma yapmış değilim. Hangi cemaatin neyi savunduğunu ya da savunmadığını bilemem. Belki de yüzlerce cemaatin olduğu bir ülkede, hepsini bilmem de mümkün değildir. Burada yazılanların muhatabı olmayan cemaatler de olabilir. Bunu bilemem. Ancak tek bildiğim, hemen hemen bütün cemaatlerin, burada yazılanların muhatabı olduğudur. Genel anlamda cemaat anlayışına karşı olduğum için de, herhangi bir cemaati bu konuda tenzih edecek de değilim.
Peki cemaatlerin bu konuda etkisi nedir? Konumuz cinsel istismar olduğuna göre, cemaatlerin burada rolü nedir?
Bu soruyu yanıtlamadan önce, “İslam dininin cinselliğe bakış açısı” ile “cemaatin cinselliğe bakış açısı” arasında farklılıklar olduğunu da belirtmek gerekir.
Ve bu soruyu yanıtlamak adına verilecek birkaç örnek, bu konuda fazla söze gerek olmadığını da bize gösterecektir.
Hüseyin Üzmez olayı, hepinizin malumudur. Bunun yanında Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı gibilerin yaptıklarına da hepimiz tanık olduk. Adnan Oktar gibilerin, yanlarında manken gibi süslü püslü ama türbanlı hatunlarla ilişkilerini biliyoruz. Bütün bu yaşananlar, cemaatlerin cinselliğe bakış açısını ortaya koymaktadır. Kadını “insan” olmaktan ziyade “cinsel bir obje” olarak gördüklerinin de kanıtıdır.
Ancak özellikle Hüseyin Üzmez olayı burada çok önemlidir. Çünkü bu olay, cemaatlerin kadını “cinsel obje” olarak görmesinden öte, yaşı fark etmeksizin çoluk çocuk bütün “kadın ve kızın” cinsel obje olarak gördüğüdür.
Bizzat tanık olduğum bir olayı da aktarmak isterim. Bir ilköğretim okulunda 32 yaşlarında bir okul müdürü, 8. Sınıf öğrencisine göz koymuş; daha sonra askere gitmiş ve döndüğünde ise, bu kızı kaçırmış; ailesinin ikna olmasıyla da evlenmiştir. Şu anda bu okul müdürü o kişiyle evlidir ve çocuk yapmıştır. Şimdi burada, asker dönüşünde müdürün 34 yaşında olduğunu; kızın ise 15-16 yaşında olduğunu da hatırlatmak gerekir. Bu olayın yaşandığı bölgede genel algı, olayın normal karşılandığı yönündedir ki, halen bu adam orada saygı gören bir kişidir. Ancak bana göre çok aşağılık bir olaydır ve bu müdürün cemaatçi olduğunu da sanırım belirtmeme gerek yoktur.
Ülkemizde birçok filme ve diziye konu olan ve büyü ya da muska yapmak bahanesiyle “hoca” denilen soysuzların yaptıkları cinsel istismarı saymıyorum bile.
Hüseyin Üzmez olayı, bütün ülkenin tanık olduğu bir olay olsa da, kamuoyuna yansımayan daha birçok olay olduğunu da önemsememiz gerekiyor.
Elbette ki bunun asıl nedeni, cemaatin cinselliğe bakış açısıdır. Çünkü cemaat yapılanmaları, küçük yaştaki kızlarla cinsel ilişki ya da evliliği hoş görmekte değil, bilakis onaylamaktadır. Bu durum, ülkemizde yaşanan bir durumdur. Ancak dini baskıların daha yoğun yaşandığı İslam ülkelerinde, durum çok daha vahimdir. Orada 1,5-2 yaşlarındaki kızlara bile cinsel saldırı vardır. 3-4 yaşlarındaki kızlarla evlenmek de normaldir; dişi olmak koşuluyla hayvanlarla cinsel ilişki de bizzat dini önderler tarafından onay görmektedir. Son 10 yılda ülkemizde yaşananlar da, ne yazık ki ülkemizin bu doğrultuda ilerlediğini göstermektedir.
Özellikle cemaatlerin çok etkin olduğu doğu bölgelerinde ise, özellikle ensest ilişkinin fazlalığına tanık oluyoruz. Geliniyle, kızıyla, öz kız kardeşiyle cinsel ilişkinin çok fazla olduğu, yine özellikle kız ya da erkek çocuklarıyla cinsel ilişkinin inanılmaz boyutlarda olduğu da ayrı bir gerçektir.
Yine yapılan istatistiklere göre, ülkemizdeki ve özellikle batı illerinde fuhuş ile geçimini sağlayan travestilerin çok büyük bir çoğunluğunun, doğu illerinden geldiğini de belirtmekte fayda var.
Tabi burada özellikle töre cinayetlerini ele alan filmlerde de gördüğümüz üzere, cinsel istismarı yapan kişinin suçlanmaması ve bizzat kızın suçlanarak öldürülmesi, toplum yapısının kadına bakış açısını gözler önüne sürmektedir.
Özellikle doğu illerinde yaşanan bu gerçeklerden sonra ve batıdan doğuya gidildikçe cinselliğin sarsılmaz bir tabu olduğunu ve elbette cemaatlerin buralarda çok etkin olduğunu da dikkate alırsak; cemaat yapılanmalarının toplum yapısına olumsuz etkilerini tüm açıklığıyla görebiliriz.
Ancak özellikle belirtmek gerekir ki, gerçek İslam dininde böyle bir olay yoktur, mümkün de değildir.
Yasa yönünden çözümleme
N.Ç. olayının yasalar bakımından çözümlemesinden önce, bir durum tespiti yapmakta fayda var.
Türkiye, UNICEF ve Birleşmiş Milletler nezdinde birçok ülkenin imzaladığı ve 54 maddeden oluşan “Çocuk Hakları Sözleşmesini” imzalamıştır ve bu imza ile, sözleşmede bulunan her maddeyi uygulayacağını devlet nezdinde garantiye almıştır.
Sözleşmeyi incelediğinizde, ufak tefek eksikliklerin dışında bütün maddelerin gereğinin devlet tarafından uygulandığını, güvence altına alındığını görüyoruz.
Tabi olaya safça yaklaşarak, çocuk haklarının devlet güvencesi altına alınması bizi rahatlatmasın. Ülkede çocuk hakları konusunda yaşanan acı olayları düşününce, devletin bu güvencesinin “balon” olduğunu, sadece kağıt üzerinde kaldığını da içimiz acıyarak görüyoruz.
Konuya bağlı kalmak adına, çocuk hakları içerisinde “çocuklara cinsel istismar” adı altında olanlara bir bakalım:
Ülkemizde her 3 kız çocuğundan biri ve her 10 erkek çocuğundan biri, cinsel tacize uğramaktadır. Bu acı gerçek karşısında, yasaların bu konudaki yaptırımlarını incelediğimizde, sanırım bu istatistiğe pek de şaşırmamak gerekir.
Yasalarımızda, mahkemelerin verdiği kararlar, “Türk Milleti adına” verilir ve bunun doğal sonucu olarak, Türk Milletinin algısını, vicdanını ve hissiyatını yansıtır; yansıtmalıdır.
Son yaşanan N.Ç. olayında Türk Milletinin algısını, vicdan ve hissiyatını, verilen tepkilerden anlıyoruz. Peki bu konuda verilen hüküm, bu hissiyatı karşılıyor mu? Karşılamıyorsa neden?
Öncelikle belirtmek isterim ki, yasa yapma yetkisi TBMM’nindir ve bu ceza maddeleri yasa koyucu TBMM tarafından belirlenmiş ve 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren yeni Türk Ceza Yasası’nda çocuklara cinsel istismar suçu, 103. Ve 104. Maddelerde yerini bulmaktadır.
TCY.nin 103. Maddesi, bu suç için 3 yıldan 8 yıla kadar hapis cezası öngörüyor. Maddenin 1. Fıkrasının a ve b bendinde ise, “cinsel istismar” deyiminden ne anlaşıldığı belirtiliyor.
O zaman yasa koyucunun “cinsel istismar”dan ne anladığına bir bakalım:
MADDE 103. - (1) Çocuğu cinsel yönden istismar eden kişi, üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Cinsel istismar deyiminden;
a) Onbeş yaşını tamamlamamış veya tamamlamış olmakla birlikte fiilin hukukî anlam ve sonuçlarını algılama yeteneği gelişmemiş olan çocuklara karşı gerçekleştirilen her türlü cinsel davranış,
b) Diğer çocuklara karşı sadece cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir nedene dayalı olarak gerçekleştirilen cinsel davranışlar,
Anlaşılır.
Şimdi de Uluslar arası Çocuk Hakları Sözleşmesinde “çocuk” kavramı nedir ve bu sözleşmenin “cinsel istismar” konusuna bakış açısı nedir, buna bakalım. Ve elbette ki devlet olarak bu sözleşmenin altına imza attığımızı da unutmayalım:
Çocuk Hakları Sözleşmesi
Madde 1
Bu sözleşme uyarınca çocuğa uygulanabilecek olan kanuna göre daha erken yaşta reşit olma durumu hariç, on sekiz yaşına kadar her insan çocuk sayılır.
Madde 34
Taraf Devletler, çocuğu her türlü cinsel sömürüye ve cinsel suistimale karşı koruma güvencesi verirler. Bu amaçla Taraf Devletler özellikle:
a) Çocuğun yasadışı bir cinsel faaliyete girişmek üzere kandırılması veya zorlanmasını;
b) Çocukların,fuhuş, yada diğer yasadışı cinsel faaliyette bulundurularak sömürülmesini;
c) Çocukların ,pornografik nitelikli gösterilerde ve malzemede kullanılarak sömürülmesini;
önlemek amacıyla ulusal düzeyde ve ikili ile çok taraflı ilişkilerde gerekli her türlü önlemi alırlar.
Altına imza attığımız sözleşmenin 1. Maddesine göre, gayet açık ve net olarak, 18 yaşına kadar her insan “çocuk” sayılmaktadır. Sözleşmenin 34. Maddesi ise, 18 yaşına kadar “çocuk” sayılanların, cinsel istismara karşı güvence altına alınmasına hükmeder.
Ancak bizdeki ceza yasasına göre, “15 yaşını tamamlamamış” ibaresi göze çarpmaktadır. Yani sadece 15 yaşından küçüklere yapılanlar, cinsel istismar olarak nitelendiriliyor.
“15 ile 18” yaş arasındaki “çocuk”lara cinsel istismarda bulunanlara, ceza yasasının yaptığı bu “kıyak”ı ben hala anlayabilmiş değilim.
Yine şöyle bir durum da var ki, eğer 15 yaşını tamamlamış bir “çocuk”, eğer fiilin, yani cinsel istismara uğradığının hukuki anlam ve sonucunun farkındaysa, “bu çocuğa cinsel istismarda bulunulabilir” gibi bir anlam da çıkmaktadır ki, ben bunu hiç anlayamıyorum. Bu yaş grubunu ayırmak, bana sapıkça geliyor. Nedenini ve bunun mantığını inanın çok merak ediyorum. Bilen varsa bana açıklasın.
Bu arada, N.Ç. olayını hatırlatmak isterim. Yargıç, hala verdiği kararın arkasında durup, yasalara uygun bir karar verdiğini savunsa da, yukarıda görüldüğü üzere, yasada çocuğun rızasının bir öneminin olmadığı da gayet açıktır. Kaldı ki, istismarcılara gayet hoşgörülü yaklaşan ceza yasamızın ilgili maddesinde bile, 15 yaşını tamamlamama şartı koyulmuş olup; N.Ç.nin de 13 yaşında olduğunu tekrar belirtelim.
N.Ç. davası ile ilgili kararı ne yazık ki araştırmama rağmen bulamadım. Bu nedenle sanıklara ne kadar ceza verildiğini bilmiyorum. Ancak size, adliye tecrübemden yola çıkarak, cezanın onanması halinde bu sanıkların akıbeti hakkında bilgi vermek isterim.
İşlenilen suça verilecek ceza ile ilgili yasa maddesine göre, sanıklara 3 yıldan 8 yıla kadar hapis cezası verilebileceğine göre, en vahim haliyle sanıklardan birine 3 yıl hapis cezası verildiğini düşünelim.
Hakim “3 yıl hapis cezası ile cezalandırılmasına” diye cümleye başladıktan sonra, bir başlar indirimlere, kalem kalem indirir ve ceza kuş gibi kalır.
Genel olarak standart indirimler, hemen hemen hepsinde uygulanır. Mesela, sanığın mahkemedeki iyi haline göre, gelecekte suç işlemeyeceği kanaati oluştuğunda ceza ortalama 1/6 oranında indirilir.
Eğer sanık, sabıka kaydına göre hiç suç işlememişse, ceza bir daha 1/6 gibi bir oranda indirilir.
Bununla da bitmez, eğer sanık pişman ise, yine ortalama 1/6 oranında indirilir.
Bazı durumlarda, cezanın 2/3’ünün indirildiği bile olur.
Sayısal olarak bunu gösterecek olursak; 3 yıl hapis cezası alan bir sanık; yukarıdaki 3 indirim nedeninden faydalanırsa eğer; (ki büyük çoğunlukla böyle olur. Çünkü yasalar sanık lehine olmak zorundadır. Yasanın kuralıdır bu.)
3 yıl yani 36 ay hapis cezası alan bir sanığın cezası, 36 ayın 1/6’sı olan 6 ayı indirilerek, 30 aya iner.
Sabıka kaydına göre ilk kez suç işlemişse, 1/6 oranında daha indirilerek, 30 aylık ceza 25 aya indirilir.
Eğer sanık pişman olduğunu ifade ederse, 1/6 oranında daha iner ve sonuç olarak 3 yıl verilen hapis cezası, ortalama 21 aya düşer.
Hukuki konularda pek bilgisi olmayanlar şimdi sanarlar ki, bu adam 21 ay hapis yatacak.
Ama işin aslı öyle değildir. Sanık bu cezası aldıktan sonra, onu başka sürprizler de beklemektedir.
Çünkü bizim yasalarımızda, bir de İnfaz Yasası vardır. Tam adıyla, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun.
Bu yasada, kısaca belirtmek istediğim birkaç madde var ki, bunlar bile zaten meseleyi anlamanıza yetecektir.
Bu yasanın 100. Maddesine göre, eğer sanık hastalanır ve hastaneye kaldırılırsa, hastanede geçen süre, ceza süresinden indirilir.
Bu yasanın 107. Maddesine göre, sanık cezaevinde kaldığı süre içinde (bunların belirli süreleri var tabi) uslu durup iyi halde kalırsa, koşullu salıverme denen olayla, cezasının sadece 2/3’ünü yatar ve çıkar. (Yani bu maddenin uygulanmadığı bir durum da daha tanık olunmuş bir durum değildir. Bir sanık aldığı cezanın 2/3’ünü yatar ve çıkar yani.)
Yine bu yasanın 110. Maddesi de der ki, kısa süreli hapis cezalarında, sanıklar cezasını hafta sonu ya da gün içinde sadece gece de infaz ettirebilir.
Örneğin bu maddeye göre sanık, Cuma günü 19:00’da cezaevine girip, Pazar günü 19:00’da çıkarak cezasını geçirebilir. Ya da, her gün saat: 19:00’da girip, sabah 07:00’da çıkarak da cezasını geçirebilir.
Sonuç olarak, mahkemede 21 ay ceza alan sanığımız, infaz yasası uyarınca 2/3’ünü yani 14 ayını yatacak.
N.Ç. davası için değil ama, infaz yasasını ve haliyle bizim hukuk sistemimizi, hukuk sistemimizin, Türk Milletinin hislerine derman olup olmadığını anlamanız için, bir örnek daha vermek isterim. Bu örnek benim için çok önemlidir. Çünkü hukuka ve Türkiye’de adaletin olmadığına kanaat getirdiğim bir örnektir bu.
2003 ya da 2004 yılının başında, İzmir’de “Buca sapığı” diye ünlenen bir sanık yakalanmıştı. 24-25 yaşlarındaki bu sanığın suçu, 7 kadını gasp etmek ve ayrıca tecavüz etmekti. Sanık, belirlediği evlerin kapısını çalıyor; su içmek ya da adres sormak bahanesiyle kadınlara yanaşıp, öğrenmiş olduğu bir teknikle kadının gırtlak bölümünü sıkıyor ve bayıltıyor; daha sonra kadını evin iç bölümüne alıp önce tecavüz ediyor; daha sonra da evde değerli eşyaları alıp kaçıyordu.
Bu davanın benim ve benim nezdimde toplum için en acı tarafı, bu kadınların yaşlarıydı. Zira kadınlardan biri 35, biri 45 yaşında olup, diğer 5 kadın 70 yaş civarındaydı.
Yapılan yargılama sonunda sanık, işlediği tüm suçlardan dolayı toplam 141 yıl Ağır Hapis Cezası ile cezalandırıldı. Yani her mağdur için ortalama 20 yıl ceza almıştı.
Şimdi sıkı durun: O gün yürürlükte olan 765 Sayılı Türk Ceza Yasasının 77. Maddesi diyor ki;
Madde 77 - (Değişik madde: 09/07/1953 - 6123/1 md.)
1) Aynı neviden şahsi hürriyeti bağlayıcı muvakkat cezaların birleştirilmesi halinde tatbik edilecek ceza ağır hapiste 36, hapiste 25, sürgünde 15, hafif hapiste 10 seneyi geçemez.
Yani sonuç olarak, her ne kadar sanık 141 yıl AĞIR HAPİS CEZASI (bu arada ağır hapis cezası ile hapis cezası arasında büyük farklılıklar vardır.) almasına rağmen, 77. Maddesi uygulanmak zorunda olduğu için, sanığımız neticeten 36 yıl Ağır Hapis Cezası ile cezalandırıldı ve suçun vasıf ve mahiyetine göre herhangi bir indirim de uygulanmadı.
Tabi bu arada her ne kadar mahkeme kararında cezai indirim uygulanmamış ise de, sanığın cezaevine girmesiyle birlikte, onu sıcacık karşılayan bir İnfaz Yasası var ki, bu yasa uygulanmak durumunda olduğu için, sanığımız aldığı cezanın 2/3’ünü yani 24 yılı yatıp çıkacaktı.
Fakat ben burada, şahsen olayın trajikomik bir halini belirtmek isterim. Yukarıda da belirttiğim gibi bu sanık, yaklaşık olarak her mağdur için 20 yıl ağır hapis cezası almıştı. Yani 2 mağdur için 40 yıl ağır hapis cezası aldı. Buradan hareketle, sanık eğer sadece 2 mağdura karşı bu suçu işlemiş olsaydı, diğer 5 kişiye hiçbir şey yapmasaydı; yine 40 yıl ağır hapis cezası alacaktı ve yine TCK. 77. Maddesi uygulanacağı için, bu sanık yine 36 yıl ağır hapis cezası alacaktı.
Bu madde uygulanmalı mıdır, değil midir ben bilemem. Ancak bu durum karşısında benim anladığım tek şey, yasa koyucuların, sanıklara kıyak yaptığıdır. Yani anlattığım olaydaki bu sanık için diğer o beş kişi, yasa koyucuların sanığa bir kıyağıdır.
Bu davanın yargılamasının başından sonuna kadar takip ettim. Her şey gözlerimin önünde oldu ve karar duruşmasında sanığın aldığı bu ceza, benim içimi çok acıttı ve ben göz yaşlarıma hakim olamadım. Zira o mağdurların neler yaşadığını bire bir gözlemlemiştim. Bu olaydan sonra da benim artık adalete olan güvencim kalmadı.
Yalnız burada şimdi daha vahim bir durumu da belirtmek isterim. Bahse konu yasa, 765 Sayılı Türk Ceza Yasasıdır ve şu anda bu yasa değişmiştir.
Peki değişince ne oldu, bir de ona bakalım:
Bu ceza verildikten çok kısa bir süre sonra, yani 26/09/2004 tarihinde, 5237 sayılı Kanunla Türk Ceza Yasası değişti. Yukarıdaki örnekte, sanığın işlediği ırza karşı suç ile gasp suçunun yeni ceza yasasındaki değişikliklerini bilmiyorum. Uzun bir araştırma gerektiriyor çünkü.
Ancak yapılan bu yasa değişikliğinden yaklaşık 2 ay sonra, 04/11/2004 tarihinde, 5252 Sayılı Yasa ile, “Türk Ceza Yasasının Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun” adı altında bir yasa çıkararak, değişen ceza yasasının uygulama şeklinde bir takım değişiklikler getirildi.
5252 Sayılı yasanın 6. Maddesi ile, (inanılmaz bir durum ama) mahkemelerde verilen bütün “ağır hapis” cezalarını, “hapis” cezasına çevirdiler. Maddeyi aynen kopyalıyorum:
Ağır hapis cezasının dönüştürülmesi
MADDE 6. - (1) Özel ceza kanunları ile ceza içeren kanunlarda öngörülen "ağır hapis" cezaları, "hapis" cezasına dönüştürülmüştür.
Bu değişiklikle, bizim sanığımız ve elbette ki bütün hükümlüler, daha da rahatladılar. Tabi bu arada, 77. Maddede hapis cezasının üst sınırının 25 sene olduğu düşünülürse; bizim sanığın “lehe hüküm” gerekçesiyle, verilen 36 yılı 25 yıla indirme hakkı var mıdır? Onu bir hukukçunun cevaplaması gerekir sanırım. Ancak mantık olarak ve yasalarımızda “lehe hüküm” gibi bir uygulama olduğu düşünülürse, böyle bir olasılıktan bahsedebiliriz.
Hakimler ya da verdikleri kararlar tartışılmalıdır ancak, şunu asla unutmamak gerekir ki hakimler, yasa koyucu değil, yasayı uygulayıcılardır. Yukarıda anlatmaya çalıştığım olayda bir çarpıklık görüyorsanız eğer; bu çarpıklığın her zerresinde suçlu, yasa koyucudur. Yani mecliste bizi yönetenlerdir. İktidarlardır.
Bu nedenle Türkiye’de hukuk sistemi tartışılıyorsa eğer, yasa uygulayıcıların değil, yasa koyucuların muhatap alınması ve eleştirilmesi gerekir.
Ceza Yasalarını değiştirerek, cezaların caydırıcılığını bir anlamda önleyen bir hukuk sistemi, elbette ki beraberinde bir sürü sorun yaratacak ve suç oranlarını artıracaktır. Bunun sonucunda da kamu vicdanı büyük yara alacaktır. Zaten N.Ç. davası da bunun bir örneğidir.
Sosyolojik Çözümleme
Türk toplumu hakkında, toplumun yapısı hakkında çok olumlu şeyler söyleyebiliriz. Zaten toplum hakkında sadece olumlu ya da sadece olumsuz bir yargıda bulunmak mümkün değildir. Her toplumun kendine has olumlu yönleri olduğu gibi, olumsuz yönleri de olacaktır. Ve genel olarak insanın yapısında ve haliyle toplumun yapısındaki algı, olumsuzları hep saklar. Bugün bir Fransız toplumu nedir diye soracak olsak, duyacaklarımız, hep olumlu yorumlardan ibaret olur. Ancak Fransız toplumu hakkında da birçok olumsuz yorumlar yapabiliriz. Haliyle olaya bu açıdan yaklaşmak gerekir. Türk toplumu için de yapacağımız tüm olumlu söylemler, olaya çok yüzeysel baktığımızın da bir göstergesi olacaktır. Türk insanı yardımsever, alçakgönüllü, vicdanlı, misafirperver vs. gibi birçok olumlamalar yapabiliriz. Ancak bu söylediklerimizle büyük tezat oluşturan öyle gerçekler vardır ki, bu gerçeklerle birlikte bir değerlendirme yapacak olursak eğer; çok da olumlu söylemlerde bulunmamakta fayda var diye düşünüyorum.
Küçük yaştaki çocuklara cinsel istismar, sarkıntılık ve tacizler, aldatmalar, yaş gözetmeksizin yaşanan tecavüz olayları, ensest ilişkiler, hayvanlarla cinsel ilişkiler inanılmaz boyutlardadır.
Daha da önemlisi, adli kayıtların ve yapılan istatistiklerin ışığında, özellikle son 10 yılda bu tür olayların aşırı derecede arttığını dikkate alacak olursak; bu durumun toplumsal kaynağını da sorgulamamız gerekmektedir.
Peki cinsel istismarın artmasının toplumsal nedenleri neye bağlı olabilir?
Bunun birinci etkisi, televizyondur. Son yıllarda özellikle ve kasten yayınlanan programlar, toplumun genel anlamda yapısını bozmuş durumdadır. “Televole” kültürüyle başlayan bu yozlaşma, “BBG evleri” programlarıyla devam etmiş; “yemekteyiz” tarzı programlarla asil milletimizin “sofra kültürü”ne resmen saldırıda bulunulmuş; “özellikle her türlü çarpık ilişkinin gösterildiği dizilerle de halen devam etmektedir. Söylediklerimin daha iyi anlaşılması açısından, usta kalem Yılmaz Özdil’in bu konudaki yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum:
N’i Ç’in?
Mesaj yağıyor.
"N.Ç.'yi yaz!"
E peki.
"İffet"in kafasını taksinin penceresine kıstırıp tecavüz ettiler. Tıpkı, Müjde Ar'ın kafasını pencereye kıstırdıkları gibi.
"Fatmagül"ü sıradan geçirdiler. Hülya Avşar'ı sıradan geçirdikleri gibi.
Özlemişiz bi nevi.
HEVESİMİZ KURSAĞIMIZDA KALDI
"Öyle Bir Geçer Zaman ki"de Ali Kaptan'ın canı çekti, boynuzlayarak boşandığı Cemile'ye tecavüz etti, beş yaşındaki Osman'ın gözü önünde... Şerefsiz Ekber desen, şıllık Karolin'e kitlerken, başını küvete çarptı, rahmetli oldu, hevesimiz kursağımızda kaldı!
"Bir Çocuk Sevdim"de henüz reşit olmamış liseli Mine'yi hamile bıraktılar. "Ay Tutulması"nda Kenan, Şebnem'in ırzına geçti. "Canan"ın ağzını tıkayıp, masaya yüzükoyun yatırarak becerdiler.
MUHTEŞEM YÜZYIL'I PREZERVATİFSİZ SEYRETMEK MÜMKÜN DEĞİL
"Muhteşem Yüzyıl"ı dekoder'siz seyretmek mümkün ama, prezervatifsiz seyretmek mümkün değil.... Sümbül Ağa olmasa, Boncuk Ağa bile kaşla göz arasında Sadıka'yı hallediyordu, az daha.
"Yaprak Dökümü"ndeki damat sülaleyi dizdi; Önder Somer'in ilaçlı gazoz taktiğiyle baldızı filan bayılttı, zorla yatağa attı, sıra galiba kaymakam Ali Rıza Bey'e gelmişti ki... Allah'tan dizi bitti.
BEHLÜL YENGESİNİ ÜTÜLEDİ
"Binbir Gece"de çocuğum hasta diyen anneye, kaç paraysa vereyim şekerim diyerek tecavüz etmişti hayırsever patron.
"Asmalı Konak"ta Seymen Ağa konağın sığıntısı kızcağıza giydirirken... "Hanımın Çiftliği"nde Muzaffer Bey boş vakitlerinde hizmetçi Gülizar'ı temizliyordu.
"Aşk-ı Memnu"da Behlül yengesini ütülerken... "Bihter'e kocası tecavüz edecek, azzz sonra" anonsu yapıldı, adeta sokağa çıkma yasağı ilan edildi, en başta benim valide, misafirlikleri bile iptal etti, tecavüz sahnesini kaçırmamak için!
8 SAAT TECAVÜZ ETTİLER
(Rol icabı hadiseler o kadar gerçekçi ki... "Derin Sular" dizisindeki oğlan, rol arkadaşı kıza harbi harbi tecavüz ettiği iddiasıyla tutuklandı iyi mi, yargılanıyor!)
"Küçük Kadınlar"da Elif'e tecavüz ettiler. "Arka Sıradakiler"de Zehra'ya.
"Unutulmaz"da Melda'ya 8 saat tecavüz ettiler, çekimleri 8 saat sürdü, güya yayınlanmadı. Ancak, sahneler basına servis edildi, bütün detaylarıyla yayınlandı. "Unutulmaz"dı hakikaten.
"Menekşe ile Halil"in Menekşe'sine beklendi, beklendi, beklendi, tam Dünya Kadınlar Günü'nde tecavüz edildi...
O daha unutulmazdı.
Ucundan acık gösteriyorlar ama, sanırım "Kuzey"e de tecavüz etmişler mapusta!
(Yazının başını "kırmızı nokta"yla işaretleyip, "18 yaşından küçükler okumasın" notu koyacaktım. Sonra vazgeçtim. Biliyorum ki, o zaman daha çok okunacak. O yüzden koymadım.)
"TEK SUÇLU YARGITAY MI?"
Netice itibariyle...
Böyle başa.
Böyle tarak.
Kalbinizi kırmak istemem ama, nefes bile almadan kim seyrediyor kardeşim bunları? Başka mevzu kalmamış gibi, cinsel suçlara reyting rekorları kırdırarak, kim daha fazla çekilsin diye teşvik ediyor?
Kim normalleştiriyor?
Irz'a rıza'yı kim gösteriyor?
Sırf Yargıtay mı?
Peki, tecavüzün bu kadar gözümüze gözümüze sokulması, sizce tesadüf mü? Dizilerdeki bu tecavüz yoğunluğuyla birlikte, “televole”lerin, BBG evlerinin, “yemekteyiz”lerin bu kadar ısrarla gözümüze sokulması, sizce tesadüf mü? Evlendirme programlarıyla birlikte, “televizyondan karı(eş) alma” döneminin başlaması, sizce tesadüf mü?
Bu konuda bazı hatırlatmalarda bulunmak isterim. Bu bilgiler, konunun temeli hakkında bizi büyük ölçüde aydınlatacaktır:
Şu anda ülkemizde bulunan (bazıları hariç) hemen hemen bütün kanalların yayın yönetmeni ya da üst düzey yetkilisi, yabancıdır. Yani her kanalda, bu programların yayınlanması konusunda bir yetkili, Türk değil, yabancıdır.
“yemekteyiz” programı, Ortadoğu ve Kuzey Afrika gibi az gelişmiş ülkelerde bulunan tam 75 ülkede aynı anda vizyona girmiştir.
Peki sizce bunlar tesadüf mü? Belki de şöyle sormak daha akılcı olur: Biz bütün bunların tesadüf olduğunu sanacak kadar saf mıyız? Elbette ki değiliz.
Yukarıda belirtilen bütün programların ortak özelliği vardır: Toplumun yapısıyla oynamak, toplumu yozlaştırmak… Eğer bizler N.Ç. olayına isyan ediyorsak; bu isyanımızı, bu tür programların ortadan kaldırılması adına savaşarak göstermeliyiz.
Yine televizyon kültürü hakkında bilinmesi gereken başka bir durum daha var: İnsanlara ne izlettirirsen, gerçek hayatta o izlettirdiklerini görürsün. Eğer televizyonda mafya dizileri izlettirirsen, yarın haberlerde kendini mafya babası gibi hissedip olay çıkaran insanları görürsün haberlerde. Ve elbette ki dizilerde tecavüz olayını gösterirsen, tecavüz olaylarına tanık olursun akşam haberlerinde. Bunun örneklerini defalarca gördük.
Şimdi söyleyeceğim örneği dile getirmekten ben bile utanıyorum. Ancak bütün Türkiye’nin izlediği bir “ana haber bülteni” haberi olduğu için ve haberi sunan kişi Ali Kırca olduğu için, söylerken rahatım. Geçtiğimiz senelerde Ali Kırca’nın sunduğu ana haber bülteninde, “orucun cinsel ilişkiyle açılıp açılmayacağı” haberini izledi bu ülkede insanlar. Bu utanmazlık ve ahlaki yapıya saldırı, ne yazık ki olması gereken tepkiyi almadı. Çünkü insanlar, uyuşturulmuş gibi izlediler ve hiçbir tepki almadı bu haber. Ancak bu haber, ülkedeki ahlaki çöküntünün ne derecede olduğunun da en büyük ispatlarından biriydi.
Bütün bunların ışığında, son olarak önemli bir soruyu da sormak gerekir diye düşünüyorum:
Diziler, programlar, filmler bu kadar ahlaksızlıkla, pislikle doluyken, nasıl oluyor da bu kadar rağbet görüp izleniyor? İnsanlar, bu izlediklerinin ahlaksızlığını bir kenara atıp, neden bunları izliyorlar peki?
Bu sorunun birçok yanıtı var elbette. Ama bu sorunun temel kaynağı, cinsellik ve cinselliğin tabulaştırılmasıdır ve bunun da psikolojik bir çözümlemeyle irdelenmesi gerekir.
Psikolojik Çözümleme
Bilimsel olarak sağlıklı bir değerlendirmede bulunmak adına N.Ç. olayını irdelediğimizde, konuya “Birey ve Toplum” yönünden yaklaşmanın en sağlıklı olduğunu düşündüğümüz bir durumda; birey ve toplum yönünden de en çok “birey” temelli bir irdelemenin, konunun temeli olduğunu düşünüyorum.
Burada temel olarak irdelenmesi gereken asıl konu, cinselliktir. Ve bu konu da, hakkında ciltler dolusu kitap yazılacak kadar uzun ve önemli bir konudur. Burada sadece temel anlamda özetlemeye çalışmakla yetinmek durumundayız. Konu cinsellik olduğunda, tüm öznel yorumlardan ve ön yargılardan bağımsız olarak olaya yaklaşıp; konuyu tamamen bilimsel olarak irdelemek gerekir. Bilimsel olarak cinsellik; yemek, içmek, soluk almak gibi çok temel bir BEDENSEL İHTİYAÇTIR. Yaradılışın gereği bedenin, karşılanması gereken bir ihtiyacıdır. Bu konuda yapılacak bütün yorumların da, bu bilimsel gerçeğin ışığında yapılması gerekir. Zaten bu konuda yaşanan aldatmalar ve her türlü cinsel sapkınlıkların temelinde de, bu gerçeğin kabul edilmemesi yatmaktadır.
Bu konuda ne yazık ki evrensel değerlerle ülke değerleri örtüşmemektedir. Ülkemizde cinsellik bir tabudur ve tamamen bilimsel olmayan bir yaklaşım hakimdir. Erkek ya da kadın, cinselliğini özgürce ve olması gerektiği şekilde yaşayamamaktadır. Özellikle de kadınlar, bu tabunun en büyük mağdurlarıdır. Bırakın yaşamayı, konuşmayı bile tabu, ayıp sayan bir toplumda yaşayan insanlar, bu yapıyla bedensel yapılarının arasında adeta sıkışmış durumdadır. Ve elbette ki bu ikilem, yanlışları ve sapkınlıkları da beraberinde getirmektedir.
Evlilikte ya da evlilik dışı her ne olursa olsun, cinselliğini yaşayan erkeğin “çapkın”; cinselliğini yaşayan kadının da “orospu” damgası yediği bir toplum; bu yaklaşımıyla bireysel ihtiyaçlarına ve yaradılışa karşı geldiğinin de büyük olasılıkla farkında değildir. Ancak kabul edilir ya da edilmez; bireyin bu ihtiyacını karşılaması gerekir. Bu konuda yaşanan her türlü yanlış ve sapkınlık, bu gerçeği kabul etmeyenlerin her zaman karşılaşacağı bir durumdur.
Elbette ki bunları söylerken, cinselliğin alenen, fütursuzca ve yoz bir şekilde yaşanmasından bahsetmiyoruz. Elbette ki bunun usulleri ve olağan akışı olacaktır. Bunu da toplumun kuralları belirler. Ancak toplumun kuralları, tabu olarak gördüğü bu konuya doğru yaklaştığı takdirde ancak bir çözüm bulunabilir.
Bunun ne şekilde yaşanacağı, toplumsal yapı ve bilimsellik ışığında elbette ki bulunabilir.
Cinselliğin ayıp karşılanması, tabu olarak görülmesi, ancak bilimi kabul etmeyen, cahil toplumlarda görülebilir ve sanırım biz de bunu yaşıyoruz. Temeli cinselliğe dayanan “namus” kavramı için yaşayan insanların yaşadığı bir toplumda, bu yaklaşımla asla konuya bir çözüm bulunamaz. Bu yaklaşım, bedeninden, cinselliğinden utanan insanları üretmiştir ve sapkınlıkların da yolunu açmıştır.
Cinselliğin ayıp kabul edilmesi, tabu olarak görülmesi sonucunda bizler bugünkü olayları yaşıyoruz. Küçük yaşlardan beri çevresinde birliktelikler gören, televizyonlardan da cinsellikle ilgili olumlu ya da olumsuz şeyler izleyen birey, zaten bedeninin ihtiyacı olan bu cinselliği, gördükleri kadar özgür yaşayamamaktadır. Bireyin üzerindeki bu baskı, onu sapkınlıklara ve yanlışlara itmektedir.
Bütün bu söylenenlerden sonra bireyi bu duruma sokan toplum ve toplumun cinselliği tabu olarak gören, ayıplayan yapısı, N.Ç. olayının bana göre asli faillerindendir.